31 Mart 2011 Perşembe

Telaş,telaş,telaş...

Telaş. Telaş içinde bakar, telaş içinde koşar, telaş içinde plan yapar, telaş içinde uygulamaya çalışırız. Bu akşam size oturmaya gelicez telaş, bu akşam hadi buluşalım telaş, yemek ye, banyo yap, ütü yap, oje sür, mutfağı topla, çamaşır yıka, yarın eğitim var hazırlan, yazı yaz, kendine zaman ayır, eşine ailene zaman ayır, en çok da işine...
Ben telaşsız yaşıyorum diyeni alnından öpüp, sırrını soracağım. Yazıyorum şu an ama yine telaştayım. Hep dakikalar arasındayım. Uyuyacağım dememle yatağa yatabilmem en iyi ihtimal kırkbeş dakika...
Bu sebeple uykum gelmeden uyuyacağım diyorum kendi kendime. Yoksa uykulu ve telaşlı hiç çekilmiyorum. İlk başta kendi kendimi çekemiyorum. Eve gel telaş, işe git telaş, hafta sonu bir telaş.
İşe yetiş, eve yetiş, sevdiğin bir dizi varsa ona yetiş...Hayata yetiş.
Yakalayabilirsen yetiş. Her adım attığımda sanki o beş adım atıyor. Her dakika aramızdaki mesafenin daha da açıldığını hissediyorum. Telaşlanıyorum. Yine telaş.
Ey okuyanlarım. Var mıdır telaşsız yaşayan. Bunu becerebilen, yada formulünü bulabilen. Sorayım ki hayatla aramızdaki mesafe daha da açılmadan çözümü bulabileyim.
O zaman çözümü söyleyenlere aşağıdaki müzik hediyemdir.Çünkü yazımın ilhamıdır.

NOT: Bu ara şarkılardan ilham almaktayım...

Zaz - Les passants

25 Mart 2011 Cuma

MARTENİÇKAM, DİLEĞİM VE BAHARIN GELİŞİ…

Güneş artık yüzünü göstermeye başladı. Üstelik bir gösterip bir yok olmayacak gibi. Sabah kalkarken güneşin enerjisini tüm vücudunuzda hissediyorsunuz. Tebessümle uyanıyorsunuz. Güneşin sıcaklığı ve ışığı odanıza girdiğinde sizi küçük dokunuşlarla uyandırıyor. Kışın gri ağırlığını bir dokunuşuyla yok ediyor.
Her mevsimin ayrı bir güzelliği var elbet. Sonbaharın yaprakları, ayağınızın altında çıtır çıtır sesleri, kışın beyazı, yazın güneşi içinizi alev alev yakan, baharın esintisi ve güzel çiçekleri…
Bahar güzel yüzünü gösterdi. Ağaçlarda çiçekler gözüktü. Bende hemen ilk gördüğüm çiçekli ağaca marteniçkamı taktım. Marteniçkamı takarken dilek hakkımı kullandım. Dileğim gerçek olunca buradan haber ederim.

Sıcak yüzüme vurdu, içimde bir sıcaklık, kalbimde umut, elimde kırmızı beyaz iplerden yapılmış marteniçkam.
Marteniçka bir Bulgaristan geleneği. Bulgaristanlı değilim ama çalıştığım ofiste güleryüzü ve neşesiyle çay saatlerimizi şenliğe çeviren Bulgaristan göçmeni bir çaycı ablamız var. İşte bu geleneği de onun sayesinde öğrendim. Çaycı ablamı, tatlı tatlı gülümsemem ve azıcık şımarıklığımla bana da bir tane marteniçka yapmaya ikna ettim. Martın başında koluma taktım ve çiçek açan ağacı beklemeye başladım.
Marteniçka, Bulgaristan’da geçerli olan bir geleneğin simgesi. Her yıl 1 Mart tarihinde kırmızı beyazlı bileklikler takılır kollara. Baharın simgesidir aslında Marteniçka. 1 Martta Baba Marta’nın baharı getirdiğine inanılır, kış bitmiştir artık ve bahar kapıdadır. 1 Martta Marteniçka kollara bağlanır leylek ya da çiçek açmış bir ağaç görmek onu çıkarmak için yeterlidir. Sonrasında bir ağaca bağlanır ve dilek tutulur, dileğin gerçekleşeceğine de inanılır. İnanışa göre martenişkadaki kırmızı ip hayatı ve  kanı, beyaz ip ise mutluluğu simgeler. Geleneğe göre en fazla mutluluk ve şans getiren marteniçka biri tarafından hediye edilendir. Bu yüzden herkes ailesine, arkadaşlarına, sevdiklerine hediye eder.
Öyleyse ben bana hediye edilen martenişkayı çiçek açmış ağaca bağladığıma göre mutluluk ve şans kapımda. Bahar yüzünü gösterdi dileğim tutuldu, şimdi baharın keyfini çıkarma zamanı.

21 Mart 2011 Pazartesi

Sihirli Pencerem: Hayatın Keyfini Çıkarmak

Sihirli Pencerem: Hayatın Keyfini Çıkarmak: "İçinizi sıcacık yapan çayın keyfini çıkarmak. Derin derin nefes alabilmenin mutluluğu. Çiseleyen yağmurun yüzünden süzülmesi. Otobüsü yakala..."

Hayatın Keyfini Çıkarmak

İçinizi sıcacık yapan çayın keyfini çıkarmak. Derin derin nefes alabilmenin mutluluğu. Çiseleyen yağmurun yüzünden süzülmesi. Otobüsü yakalamak için var gücünle koşabilmek. Otobüsü yakalayınca içine yayılan inanılmaz mutluluk ve nefes nefese kalmanın tatlı yorgunluğu. Gökkuşağını görebilmek. Renk cümbüşünün sana yaşattığı sevinç. Ilık ılık yanan sobanın ateşini görebilmek onu hissedebilmek. Canın çektiğinde koca bir tabak patates kızartmasını mideye indirebilmek. Çalan müzik eşliğinde istediğin gibi delice dans edebilmek. Sevdiğin şarkıya sesinin güzelliğine aldırmadan eşlik edebilmek. Soğuk bir kış günü elinde kahven en sevdiğin dostunla sohbet edebilmek...

Daha çok sayarım. Neden yazdım bunları biliyor musunuz?
Hiç görmeyen birine gökkuşağını anlatmak nasıl bir duygudur düşündünüz mü?
Hiç duymayan birine Dünyanın en güzel şarkısını anlatmayı düşündünüz mü?
Hiç yürüyememiş birine yürümenin nasıl birşey olduğunu anlatmayı düşündünüz mü?
Ömrü boyunca diyet yapmak zorunda kalan birine koca bir tabak patates kızartmasının tadını anlatmayı düşündünüz mü?
Gözünü yetiştirme yurdunda açan bir çocuğa anne kokusunu tarif etmeyi düşündünüz mü?

Düşünmediniz belki. Bende düşünmedim. Hayatta sadece sızlanmayı bildik. Daha iyisini istedik hep. Daha zayıf olmak, daha çok para kazanmak, daha sağlıklı olmak, daha mutlu olmak...
Dahalar hiç bitmedi. Utanmadan istedik, hep istedik. Daha az vererek daha çok almanın yolunu aradık. Daha az çaba göstererek daha çok kazanmayı planladık. Yapanları övdük alkışladık.
Hiç göremeyeni, hiç yürüyememiş olanı, hiç sevilmemiş olanı düşünmedik. Kendimizi düşündük, sadece bencilce kendimizi düşündük.
Ömrünün son aylarını yaşayan birinin hayata verdiği değeri hiç düşündünüz mü?
Hayır diyorsan eğer, sadece bir kez  düşün. Ne kadar keyif alıyoruz yaşadığımız hayattan? Yada ne kadar keyif almayı becerebiliyoruz?

Pazar günü Drama kursunda Liderim hadi gördüklerinizi hiç görmeyen birine anlatıyormuş gibi anlatın dedi. Bu müzeyi ona gezdirin ve gördüklerinizi anlatın dedi. Hiç görmemiş birine anlatmak nasıl bir duygu bilir misiniz? Empati deyip durduk ya yıllarca. İşte size empatinin hası.
Anlatamadım. Hadi kırmızı rengi anlatın. Anlatamadım, yutkundum çalıştım ama beceremedim. Hayatında sadece siyah ve beyaz olan birine kırmızıyı anlatın. Ne kadar zor ve imkansız.
 Oysa bütün renkler bizim. Hiç bu kadar şanslı olduğunuzu düşündünüz mü?
Yürüyebiliyorum, istediğim şarkıyı dinliyor, istersem dans ediyorum, nefes nefese koşup, buz gibi suda yüzüp serinleyebiliyorum. Gökkuşağını görebiliyorum, istediğimi yiyebiliyor, istediğimle sohbet edebiliyorum. Şimdi çok mutsuzum dediğiniz anlara dönüp tekrar düşünmek ister misiniz?
Çok geç değil. Hayattan hala keyif alabilir, hak ettiği değeri ona verebilirsiniz.
Seçim sizin keyif almak yada sızlanmak…
Hayat zaten seçimlerden ibaret değil mi?

17 Mart 2011 Perşembe

Kalemim elime geri verildi...

Yasaklandı. Yazı yazmam, düşünmem kısmen de olsa yasaklandı. Bir şekilde yazmaya devam edebilirdim. Etmedim. Kızdım, sinirlendim ama biliyordum daha fazla yasaklayamazlardı. Bu kadar insanın öfkesini göğüsleyemezlerdi. Adalet yerini buldu bulmasına da, bir gerçeği daha gözümüze soktu işte böyle. Dedi ki işte sizin özgürlüğünüz bu kadar. Milyonlarca insandan on tanesi yanlış yapar. Biz oturup pirinci ayıklayacağımıza, koca tepsi pirinci, içindeki bir kaç taş yüzünden atarız çöpe. Hiç de aldırmayız. Biz de özgürlük bu kadar para eder işte. Biz ancak bu kadarını akıl ederiz. Kim oturacakta içindeki taşları ayıklayacak. Ya pişirirsin hepsini taşına çöpüne bakmadan yada bunun içinde taş var ııyy deyip çöpe atarsın. İşte durumumuz pirinç hikayesi gibi. Bu kadar basit, bu kadar acı ve bu kadar gülünç.
Güldüm mü? Gülmedim tabi ama ağlanacak halimize gülmeye o kadar alıştık ki, artık gülünç geliyor.
Evet yazmadım. Yasakçı zihniyet düşünmemi yasaklayamamıştı daha ama yazma hissimi yok etti. Yazmak istemedim. Ellerim yazmaya değecek bişey bulamadı. Evet düşünmemi yasaklayamadı ama yazma hissimin önüne set çekti. Ve anladım ki buraya yazmam yetmez bir yerlere yazdıklarımı depolamam lazım. Neme lazım yasakçı zihniyet yeniden hamle yapar elimizden alıp geri verdiği oyuncağımızı tekrar almaya kalkabilir. Bende nanik yapıp, elimden aldığını sanıyorsun ama bende hepsinin kopyası var derim. O zaman yine kızar belki gülerim. Burayı yasaklarsa hepsini başka yere yazarım. Orayı da yasaklarsa başka yere...
İstediğin kadar yasakla, biz bir yolunu buluruz ey yasakçı zihniyet. Al sana nanik...